Fil Yutmuş Boa Yılanını Sen de Görüyor musun?
Bilim dünyasında kaza(!) denilebilecek icatların keşiflerine ait hikâyelerin sayısı çoktur. Bütün bu icatlar bize “bakmak” ve “görmek” arasındaki farkı öğretirken ne kadar “düşünmek” gerektiğini de gösterir.
Küçük yaşlarda birçoğumuz Hansel ve Gratel’le ormandaki o lezzetli evin şekerlemelerinden yiyip, Alice Harikalar Diyarında ile farklı dünyalar keşfettik. Hatta uçan halıda seyahat edip, hayvanlarla konuştuk. Bunların yanı sıra kendi masallarımız, kendi kahramanlarımız bile oldu. Önce küçük hikâyeler olarak başlayan bu yazılara belki aramızda şiir veya roman yazarak devam edenler vardır. Hayal dünyamızı merakımızla doldurduk. En çok “Neden” ve “Nasıl” diye başlayan sayısız sorular sorduk. Küçük bir pirenin zıplamasından evrendeki büyük gezegenlerin yörünge etrafındaki dönüşüne kadar merak ettiğimiz ne çok şey vardı. Dünyaya dair bildiklerimizi bu sorularla öğrendik.
Bu uçsuz bucaksız hayal gücümüzden ve bitmek bilmeyen sorularımızdan beslenen resimler çizdik; tıpkı fil yutmuş boa yılanı resmini çizen Küçük Prens hikâyesinin yazarı gibi. Bahsi geçen hikâyede çizdiği resimdeki fil yutmuş boa yılanını sadece şapka olarak gören büyüklere rastlayan yazar, kendine inanan kimseyi bulamayınca resim çizmekten vazgeçer; ta ki onu anlayan Küçük Prens’le karşılaşana kadar.
Biz de çizdiğimiz yeşil kare bulutları, kırmızı ağaçları ya da kalp şeklinde kanatları olan kelebekleri yanlış bulup renklerini ve şekillerini bizim gördüğümüz gibi değil de oldukları gibi çizmemiz gerektiğini söyleyen insanlara rastladıkça hayal kurmaktan vazgeçer olduk. Sonra sorduğumuz soruları gereksiz bulan insanlar girdi hayatımıza. Soru sordukça gülünç duruma düşmemektense soru sormamayı tercih ettik. Hatta kendi masal kahramanlarımızı bile başkalarınca gereksiz ve saçma bulunan bu soruların ve resimlerin içinde bırakarak terk ettik.
Aslında ne bu hayalleri kuran ne de sayısız soruları olan ilk insan bizler değildik ki. Annelerimiz, babalarımız, dedelerimiz, ninelerimiz hatta onların büyükleri de böyleydi.
Ama büyükler ikiye ayrılır, bilir misiniz?
Birinci grup büyürken hayal gücü küçülenlerdir ki, bu insanlar tüm sorularına kendince cevap bulanlardır; belki de cevap bulduklarını sananlar.
İkinci grup ise soru sormaktan ve hayal kurmaktan vazgeçmeyenlerdir. Bugün okyanusların altındaki canlıları inceleyebiliyorsak, uzaya gidiyorsak ya da dünyanın diğer ucundaki biriyle görüntülü konuşabiliyorsak, hatta kıtalararası uçabiliyorsak kimin sayesinde dersiniz? Hayal kurmaktan ve soru sormaktan vazgeçmeyenler sayesinde tabii ki.
Birçoğuna deli dendi ya da birçoğu ciddiye alınmadı belki. Ama onlar kendilerinin doğru yolda olduğunu biliyordu. Zaten bilim varını yoğunu, hayatını sorularına cevap arayarak ve hayallerinin peşinde koşarak geçiren insanlar sayesinde var olabildi.
Mesela Charles Goodyear’ı bilir misiniz? Neredeyse tüm hayatını, gecesini gündüzünü kauçuğun fiziksel özelliklerini iyileştirmek için harcadı. Öyle ki, birçok defa bu hayalini gerçekleştirmek için aldığı borçları geri ödeyemediğinden hapse bile girdi ama orada da çalışmaya devam etti. Bir gün uzun süredir üzerinde çalıştığı kükürtle karıştırdığı kauçuk örneğini sıcak bir yüzeye düşürdü. Ancak normal koşullarda erimesi beklenen kauçuk erimedi. Yaşadığı bu kaza (!) sayesinde Goodyear, bütün hayatı boyunca ulaşmak istediği hedefe ulaşmıştı. Goodyear’in üretmeyi başardığı bu vulkanize kauçuk bugün birçok sanayi alanının vazgeçilmezleri arasında. Tahmin edeceğiniz gibi araç lastikleri de bunlardan biri.
Aslında bilimde kaza yoktur, kaza yerine “planlanmamış buluşlar” vardır demek daha doğru. Belki de kaza denip geçilen keşfedilememiş çok şey var.
Percy Spencer uçaklarda kullanılacak radarlar üzerine çalışırken cebindeki çikolatanın eridiğini fark etmeseydi belki bugün mutfaklarımızda mikrodalga fırın olmayacaktı. Bir düşünsenize, Wilhelm Röntgen duvara yansıyan o ışını görmeseydi X-ışınları ne zaman girecekti hayatımıza? Ya Louis Daguerre fotoğrafın kendi kendine netleşmesine hangi kimyasalın sebep olduğunu bulmak için günlerini, gecelerini laboratuvarındaki kimyasalları tek tek denemekle harcamasaydı, dolabın içinde kırılan termometredeki cıva buharının fotoğrafı kâğıt üzerinde görünür yaptığını fark eder miydi dersiniz? O zaman fotoğrafçılık sanatı bu kadar ilerler miydi? Ya da daha yakın bir zamanı düşünelim. Metin Sitti bazı sucul böceklerin su üzerinde nasıl yürüyebildiklerini merak etmeseydi ve bu merakının peşinden gitmeseydi bugün küçük robotlarla ilgili çalışmalara önemli katkılar sağlayabilir miydi?
Peki, ya bizler? Etrafımızda neleri görüyoruz dersiniz, daha da önemlisi neleri göremiyoruz ya da merak ettiğimiz konuları ne kadar araştırıyoruz? Henüz 18 yaşında olan William Perkin, sıtma hastalığının tedavisi üzerine çalışırken ilk kez sentetik boyayı bulduğunu anlar mıydı her yere bulaşan leylak renkli maddeden hemen kurtulmaya çalışsaydı?
Bilim dünyasında kaza(!) denilebilecek icatların keşiflerine ait hikâyelerin sayısı çoktur. Bütün bu icatlar bize “bakmak” ve “görmek” arasındaki farkı öğretirken ne kadar “düşünmek” gerektiğini de gösterir.
Hayal kurun ve soru sorun!
Unutmayın, her sorunun cevabı bir yerlerde bulunmayı bekliyor ve her cevabın içinde yeni bir soru saklı. Bu yüzden hayal kurmaktan ve soru sormaktan vazgeçmeyin!
Hayal gücünüzü çocuksu ya da sorularınızı saçma bulanlar dünyayı sizin kadar algılayamıyor veya sizin görebildiklerinizi göremiyor olabilir.
Siz, siz olun hayallerinizin peşinden uçarak gitmekten asla vazgeçmeyin.
Unutmayın ki bir yerlerde size inanan, çizdiğiniz fil yutmuş boa yılanının şapka olmadığını fark eden ve sorduğunuz her sorunun değerini bilen büyükler var.